Haftalık siyasi dergi Boyun Eğme'nin 39. sayısında yayınlanmıştır
Çürümekten kötüsü yok
Bundan 110 yıl önce Avrupalı ve Asyalı işçilerin birlik örgütü dünya siyasetini büyük bir heyecanla tartışıyordu. Sadece hakkını aramak, kapitalist sömürü karşısında yaşam kavgasını birlikte örgütlemek için değil, işçilerin söz sahibi olduğu bir geleceği kurmak için bir araya gelmiş emek önderleri, 2. Enternasyonal olarak tarihe geçmiş olan bu örgütün toplantılarında dünya siyasetindeki çatışmalarda işçilerin nasıl taraf olmaları gerektiği konusunda sert tartışmalar yürütüyordu.
Emperyalizmi, sömürgeciliği geri ülkelere daha ileri bir düzeni taşıdığı için desteklemeye kadar işi vardıranlar vardı. Bir akıl ve vicdan tutulması değil, “tamamen duygusal”: Sömürgecilik, merkez ülkelerde sömürüyü hafifletiyor, daha doğrusu sömürülen işçilere sus payı vermek buralarda kolaylaşıyordu. Sus payını alanlar, elit Lordların Hintli fakirlere götürdüğü uygarlığı alkışlayabiliyordu.
Emperyalistler arasındaki rekabette, ileriyi ve güzeli temsil eden taraflar arayanlar vardı. 1878’de Rus Çarlığı çatırdayan Osmanlı hükümranlığını sallayıp ordularını bu ahı gitmiş vahı kalmış imparatorluğun kalbine sürdüğünde, İngiltere ve Fransa duruma el koymuş, doğunun baş despotu Çar’ın bir ayağı çukurda zavallı Sultan’ı un ufak etmesine izin vermemişti. Ve o zaman Marx ve Engels Rus gericiliğinin karşısında tavır almaktan hiç gocunmamıştı. 1900’lerde bunu örnek alan kimi işçi liderleri de birbiriyle didişen, dünyayı paylaşma kavgasına tutuşmuş emperyalist güçlerin kavgasında işçilerin de “ileri” olandan yana çıkabileceklerini savunuyordu.
Bu bir hastalıktır. O zamanlar bu hastalığın maddi temelleri vardı, Marksistlerin çok değil 50 yıl önce oluşturmuş oldukları kimi ezberlere fazlaca sarılmak gibi nedenleri vardı. Ama sonuçta hastalıktı. Ve adı da konulmuştur.
Bu hastalığın sol siyasetteki adı oportünizmdir: Kendini, kendi öz gücünü, emekçi sınıfları, sömürülenleri bir kenara koyup, büyük güçlerin yanında figüranlık yapmak.
“Sorun yine solda” demeye hiç kalkmayalım. Oportünizmin, yani işçi sınıfının örgütlü gücüne değil, “fırsatlara” yatırım yapmanın kaynağı gayet popülerdir. Halka yüklenen bir şeydir bu.
“Biz neyiz ki!”
Sermaye her fırsatta emekçilere bunu söyletir. Tanklar, toplar, roketler, uçaklar, gökdelenler sahneye çıkartılır. İşçinin dili tutulsun, “ben bunlarla baş edemem” desin istenir.
Kendi emeğine yabancılaşan, “bunların hepsini ben yaptım” diyemeyen işçinin korkması, sinmesi kaçınılmazdır.
Ve 21. yüzyılda korkmak ve sinmek, çürümek demektir!
Küçük çaplı bir kıyametin yaşandığı bir yerde, 100 Amerikan dolarına tamah eden, ister dükkâncı olsun, ister taksi sahibi, ister borç içinde kıvranan bir taksi şoförü... Çürümüştür.
“Arap turist gelecekse cami yapsınlar Taksim’e, yok Ruslara devam edeceksek rakıyı ucuzlatsınlar” diyen köylü kurnazlığı çürümedir. Dükkâncıların, esnaf kafasının tüm emekçilere yaydığı bir çürümedir bu.
Dişini sıkacaksın, ayağa kalkacaksın. El koyacaksın. Değiştireceksin.
Bunu yapamıyorsan, başkasından bekliyorsan, “Büyük Türkiye’yi kur sayın başkan” diyorsan ya da dünyanın öbür ucundaki bir Hint kökenli Amerikan savcısının seni başındaki beladan kurtarmasını bekliyorsan... Bu çürüklükle ezilir gidersin.
Çok zor değil. Doğrul, ayağa kalk.
Komünist Parti
Merkez Komite
29 Haziran 2016